Edvard Munch’un 1893 yılında ilk fırça darbelerini tamamladığı ve orijinal adıyla "Doğanın Çığlığı" (Der Schrei der Natur) olarak vaftiz ettiği eseri, bugün modern sanat tarihinin en güçlü ve evrensel imgelerinden biri kabul ediliyor. Sanat tarihçisi Arthur Lubow’un yerinde tespitiyle "günümüzün Mona Lisa’sı" haline gelen bu çalışma, Leonardo da Vinci’nin Rönesans idealindeki o dingin özdenetimin aksine, kaygı ve belirsizlikle sarsılan bir çağın adeta anatomisini çıkarıyor.
Peki bu tablo ne anlatıyor? Hadi gelin beraber göz atalım…
Edvard Munch Çığlık tablosu ne anlatıyor?
Sembolizmden dışavurumculuğa geçişin tam kalbinde yer alan "Çığlık", yalnızca bir sanatçının kişisel panik atağının tasviri değil; sanayi devrimi sonrası modernleşen dünyada bireyin hissettiği o derin yabancılaşma ve ontolojik güvensizliğin görsel kanıtı olarak karşımızda duruyor.
Kendi trajedisinin yansıması
Munch’un bu başyapıtı, trajedilerle örülü bir yaşam öyküsünün ve gölgeli bir aile mirasının üzerinde yükselir. Henüz beş yaşındayken annesini, on dört yaşında ise en sevdiği ablası Sophie’yi tüberkülozdan kaybeden sanatçı, askeri bir doktor olan babasının morbid dindarlığı ve nevrotik yapısı altında ezilmiştir.
Kendi ifadesiyle "verem ve delilik mirasını" devralan Munch, kız kardeşi Laura’ya konulan şizofreni teşhisiyle kendi akıl sağlığına dair korkularını iyice körüklemiştir.
Annesinin ölümüyle başlayan terk edilmişlik duygusu, babasının obsesif tutumlarının yarattığı suçluluk ve kız kardeşinin hastalığındaki delilik korkusu, tablonun merkezindeki o tekinsiz figürün temel motivasyonlarını oluşturur.
1889’da babasının ölümüyle derin bir melankoliye gömülen sanatçı, bu karanlık süreçten sanatsal bir epifaniyle çıkmış; hayatın doğa içinde sürekli bir döngü olduğunu keşfederek kişisel acısını evrensel bir dile dönüştürmeye karar vermiştir.
Çığlık tablosunda çığlık atan kişi doğadır
Tabloya ilham veren o meşhur an, 1892 yılının bir Ocak akşamında, Oslo yakınlarındaki Ekeberg Tepesi’nde yaşanır. Munch, iki arkadaşıyla yürürken gökyüzünün aniden "kan kırmızısına" büründüğünü görür. Fiziksel bir bitkinlikle parmaklıklara yaslanır ve "doğanın içinden geçen sonsuz bir çığlığı" işitir.
Burada düzeltilmesi gereken en yaygın yanlış anlama şudur: Tablodaki figür çığlık atmamakta, aksine doğadan gelen o dehşet verici sesi duymamak için kulaklarını kapatmaktadır.
Mekansal bağlam ise bu vizyonu daha da tekinsiz kılar; Ekeberg yolu hem bir mezbahaya hem de kız kardeşi Laura’nın yattığı akıl hastanesine çok yakındır. Mezbahadan yükselen hayvan çığlıkları ile hastaneden gelen feryatların, Munch’un hassas zihninde bu sanatsal patlamayı tetiklemiş olması kuvvetle muhtemeldir.
Renklerle çizilen anksiyete
Görsel dil açısından Munch, duyusal deneyimi aktarmak için formu radikal bir biçimde deforme etmiştir. Gökyüzündeki ve fiyorttaki dalgalı çizgiler, doğadaki çığlığın yarattığı şok dalgaları gibi figürün üzerine baskı yapar.
Art Nouveau’nun kıvrımlı hatları burada dekoratif değil, psikolojik bir vahyin aracıdır. Figürün vücudu bu dalgalara uyum sağlayarak sıvılaşırken, köprünün sert ve düz çizgileri rasyonel dünyayı korumaya çalışan bir savunma hattı gibi uzanır.
Arka planda sakin adımlarla yürüyen iki figür ise sanatçının hissettiği mutlak izolasyonu vurgular; trajedi sadece onun zihninde gerçekleşmektedir. Renkler ise başlı başına birer feryattır. Gökyüzündeki öfke dolu kan kırmızısı ve turuncu tonlar, aşağıdaki melankolik koyu mavi sularla şiddetli bir kontrast oluşturarak izleyicide derin bir huzursuzluk yaratır.
Gökyüzündeki yangın: Volkanik küller mi, sedef bulutları mı?
Eserin bilimsel gizemi de en az sanatsal değeri kadar ilgi çekicidir. Gökyüzündeki o alışılmadık kırmızılık, uzun süre 1883 Krakatoa volkanik patlamasının atmosferdeki etkilerine bağlanmış olsa da güncel meteorolojik çalışmalar "sedef bulutları" (Polar Stratospheric Clouds) fenomenine işaret eder.
Stratosferde aşırı düşük sıcaklıklarda oluşan bu nadir bulutlar, tam da Munch’un betimlediği o dalgalı ve ateşten dilleri andıran gökyüzü manzarasını açıklar niteliktedir. Öte yandan figürün kafatasına benzeyen formu, Munch’un 1889 Paris Dünya Fuarı’nda gördüğü bir Peru mumyasıyla benzerlik gösterir; bu da esere yaşam ile ölüm arasında asılı kalmış bir "yaşayan ölü" havası katar.
Eserin 5 farklı versiyonu bulunuyor
Munch, bu temayı 1893 ile 1910 yılları arasında beş farklı versiyonda işlemiş, her defasında bu travmatik anı yeniden yaşamıştır. Oslo Ulusal Galerisi’ndeki versiyonun köşesinde yer alan "Sadece bir deli tarafından çizilmiş olabilir!" notu ise sanatçının kendisine aittir. 2021 yılında kesinleşen bu bilgi, Munch’un akıl sağlığını sorgulayan eleştirmenlere karşı geliştirdiği acı bir ironidir.
Hatta tablonun üzerindeki ve uzun süre kuş pisliği sanılan beyaz lekelerin bile aslında sanatçının atölyesinde kazara damlayan mum balmumu olduğu bilimsel olarak kanıtlanmıştır. Fiziksel varlığı nem ve pigment bozulmalarıyla mücadele eden bu eser, bugün Pop Art’tan sinemaya, siyasi karikatürlerden emoji dünyasına kadar her yerde karşımıza çıkarak modern insanın kolektif anksiyetesinin vazgeçilmez bir parçası olmaya devam ediyor.